Anayurt Oteli'ni yıktım bu gece.

Korkunç bir renkti bu. Siyah bile yanında iç açıcı kalıyordu. Patates çürüğü gibi kokuyordu dışarı aktığında. Hokkamı kanımla dolduruyordum artık. İçimdekileri kâğıda dökebilen tek renk buydu. Damarlarımdan dökülenlerle sözcükler oluşturuyordum. O sözcüklerden paragraflar, paragraflardan hikâyeler dökülüyordu. Tüm öykülerimde ölen birileri vardı. Tüm öykülerim birer intihar notu gibiydi. Tüm öykülerim bir otel odasının tavanında sarkan ilmeği boğazında hisseden Zebercet'i öyle şaşırtıyordu ki. Gözleri fal taşı gibi açılmış hareketsizce bana bakıyordu. Hiç tepki vermeden, nefes bile almadan. Ölmemişti, ölmüş olsa anlardım. Ama tepkisizdi işte. Sanki ölmüş gibi davranıyordu aslında. Ama aynaya baktığımda bende öyleydim,ölmüş gibi. Tepkisiz. Tek farkım benim nefesim aynada buhar yapıyordu. Zebercet'in boynundaki ilmek onun teninde izini belirginleştiriyordu. Acımıyor muydu canı? Gözleri hala açık, sabah kalkıyorum açık, gece yatıyorum açık. Sen hiç uyumaz mısın Zebercet? Hala ses yok. Öldün mü be adam diye dürtüyorum. Gözleri hala açık dudakları kımıldamıyor. Gözleri açık ölür mü insan? Aynaya bakıyorum, gözlerimi görüyorum, bak diyorum ben yaşıyorum. Onun da yaşıyor olması gerekiyor. Ortalık kokmaya başlıyor. Ceset kokusu. Bu kokuyu bir depremin enkazında hissetmiştim çocukluğumda. Hayvanların ölüsü böyle kokmazdı ama insanın ölüsü... Hastalık gibi, dünyada daha kötü kokan bir şey yoktu insan cesedinden başka. Nereden geliyordu bu koku, Zebercet gerçekten ölmüş müydü yoksa? Ama gözleri, gözleri açıktı. Ve şaşırmış gibiydi. İnsan ölürken şaşırır mıydı? İnsan sonuçta öleceğini bilmiyor mu da şaşırıyordu. Teni bembeyazdı, mum gibi. Kanı çekilmiş sanki. Öldüyse bu kan nereye akmıştı. İnsan ölünce kanı nereye akar, insanın içinde gayya kuyusu mu var kanının sonsuzluğa aktığı? İnsan ölünce neden bembeyaz olur kar yağmış bir köyün silueti gibi. Tek ayak izi olmayan dümdüz bir beyazlık. Ömrü boyunca kirlenen yalanlarla, günahlarla, hayatın tüm pisliği nasıl hiç olmamış gibi çekiliyor ölenin bedeninden. Arınıyor muyuz gerçekten öldüğümüz zaman, beyaz gerçekten arınmanın rengi mi? Masumiyeti renklere bıraksak biz insanların elinde ne kalır peki, onlarla kirlenmek mi? İnsanın ağzından içeri giren simsiyah bir renk onun bronş ağacını rüzgârıyla sarsar ve yapraklarını midesine döker, onu öldürür.

Peki, neden siyah renk hep ölümü işaret eder. Neden koyu mor renk ölümü sembol etmez. Ölümün sembole ihtiyaç duyması için renge ihtiyacı var mı ki? Yaşam uğruna yaşama nedenlerini yitiren birinin renk cümbüşüyle ne işi olur ayrıca. Veya tanrının ölümü eğer gerçekleşmiş olsa gökyüzü bu kadar mavi olur muydu? Renklere anlam yüklemeyi kesip kelimelerle devam mı etsek?  Zebercet'i de gömelim artık. Çünkü bu koku dayanılmaz oldu. Bu dünyada gerçekten kötüler var ve her defasında gerçek adaletten kurtuluyorlar. Karmaya inanmak istiyorsun ama karma her zaman gerçekleşmiyor. Bu da insanın doğru yanlış terazisini yanıltıp onu değiştiriyor. Artık doğrular yanlış, yanlışlar doğruymuş gibi geliyor. Yalanlar kırk yıllık dostlarından daha şefkatli sarılıyor ona. Yepyeni bir dünya yaratıyor kendine. Mesela artık onu çok seven bir sevgilisi var, ölüyor onun için. Her akşam eve geldiğinde tutkuyla birleşiyorlar. Sabaha kadar sevişiyorlar. Onların Hamlet'leri varsa bizimde Karamazov'larımız var diyen büyük engizisyon epizodundaki savcı gibi bir adam çıkıp ona diyor ki onların Hamlet'leri,Karamazov'ları varsa bizimde yalanlarımız var, inanması zevkli. Bir yalanla yaşamak ne kadar ağırsa kırk yalanla yaşamakta o kadar ağırdır hiçbir şey fark etmez yalanla yaşayan biri için. Yalan denizinde yüzmenin karanlıkta dolaşmaktan hiçbir farkı yoktur. Önünü göremezsin. Hiçbir ışık fayda etmez yolunu aydınlatmaya. Sana yol gösterecek bir Tanrı bulmak istersin ama kendini bir insan olarak tanıdığın ölçüde tanrısındır. Tanrın yalandan ibarettir. Yalanların senin tanrındır. Tanrın bir yalan. Sende öyle. Yaşadığın hayatında. Gözlerini açarsın bir otel odasında. Başın ağrıyor. Yanında bir şişe viski, bomboş. Şimdi ki yeri damarların. Damarlarında ılık ılık gezen şey kanın değil bir şişe viski. Kapağı açılmış burnuna doğru yan yatmış şişe. Miden bulanıyor,kusuyorsun. En son yediğin yemeğin üzerinden kırk sekiz saat geçmiş olduğu için kan kusuyorsun sadece. Petrol rengi bir kan bu Sokrates'in içtiği baldıran zehrini kusuyorsun. Yaşamak için kusuyorsun. Tüm acını, üzüntünü, kederini kusuyorsun. Yeniden mutlu olmak için hacim açıyorsun içinde. Ama kusarken içindeki tüm yaşama nedenlerini de kusuyorsun. Nasıl bir Araf bu ne yaşayabiliyorsun ne ölebiliyorsun. İşte o zaman anlıyorsun ki cehennemden asla kaçamıyorsun. Kaçarken aslında cehenneme koşuyorsun daha da çabuk ona kavuşmak için. Çünkü cehennem bir nevi bengi dönüşü. Doğum ve ölüm arasında defalarca tekrarlanan bir kısır döngü. Bir cehennemin sonu diğerinin başlangıcı. Sadece acı çekerek var olan bir beden ve bu bedenin içinde hapsolan bir ruh. Bazen böyle düşünmek çok ağır gelebiliyor ama gerçek bu. Çoğumuz böyle yaşıyoruz ve bu intihar notu yazmak için harika bir sebepken ısrarla yaşama sarılıyoruz. Yaşam bu kadarına değer mi peki? Güzel yaprakların serin gölgesine sığınırsın sıcak bir yaz günü. Bir defne ağacı korur o gün seni gökten. Tam o esnada gök rengi kenarı çiçeklerle süslü mor rengi giysisi örter güzel omuzlarını. Bir karıştan daha küçük yüzünde her şeyi görmen mümkün. Yaşamı da, ölümü de. İşte orada anlıyorsun yaşamın bu kadarına değdiğini. Kırk cehennemden çıksan da bıkmıyorsun ateşlerde yanmaktan. Soyluluk nasıl öğrenilir, Tanrı nasıl sevilir, nasıl ulaşılır, incelikle onun çıplak omuzlarından, küçücük suratından öğrenilir. Aynalar, cehennem sularında biçim alır ve boyanırlar. Unutkanlığın sonsuzluğunda ölümün başladığı yerdir orası. Bir heykel olmak istersin asık suratlı, oyulmuş taşların en katısına içindeki meleği Michelangelo'nun bile çıkartamadığı. Meryem'in sır kaplı yüreğinin hiçbir zaman tümden sönmedi alevleri, sadece közlendi. İsa'nın Golgota'dan parmağıyla işaret ettiği o güzel gözler, oradan gösterdim ben sana kendimi. Oradaydın benim tatlı sığınağım. Kalbimin savunmasını yıktığım zaman. Tam o an. İsa'nın çarmıhta, senin ise elimi tuttuğunda güzel durduğun, rüzgârdan uçuşup dudağının kenarına takılan saçının telini kulağının arkasına ellerimle çekip sıkıştırdığım o an. Tutku ve aklın birbirlerine girdikleri o an. Güneşte kar, ateşte mum, rüzgârda sis olduğum o an. Karşında küçücük kaldığım, ufaldığım, ufalarak nokta haline gelip senin kurduğun bir cümlenin sonuna konduğum o an.

Bütün bunlardan sonra kaderci olunmaz mı? Ama insan bir şeye kesinlikle inanıp inanmadığını nereden bilebilir? Üstelik sık sık duyularımızın aldanışını, mantığımızın yanlışını inanç sanmaz mıyız? Ben, şüpheci olmayı severim bilirsin. Bu eğilim karakter sağlamlığını baltalamaz ki tam aksine, önüme ne çıkacağını bilmediğim zaman daha büyük bir cesaretle atılırım. Çünkü ölümden kötü bir şey gelemez başıma. E ölümden de kaçmak olmaz.

İki şey, iki düşünce sık sık ve derin bir biçimde onlarla meşgul olunca ruhumu hep yeni kalan ve gittikçe artan bir hayranlık ve korkuyla dolduruyor. Üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlak yasası. Kant'ın bu sözü kar fırtınasında hafifçe açan bir Rus gülü gibi filizleniyor içimde.

Öykümüzün sonunu başlangıç gibi yazmıştım. Keşke bir şey bizi bir arada tutsaydı, keşke dünya aramızda durmasaydı. Keşke...


Comments

Popular Posts