The Big Unknown
içimde ateşten rüzgarlar un ufak ediyor her şeyi. Dünyanın hangi bucağını ışıltısıyla aydınlatacağı,sesiyle huzura erdireceği tümüyle onun arzusuna bağlıydı.
İstanbul'un ortasında bir yer vardı. Güzel, büyük ,taze,parlak,altın gibi başakları, meyveleri,şarapları
Tanrısız zamanlarda olmalı, orada doğmuş gibiydi. Altın cazibesinde sayısız hoş ihsanla gülümseyişi bunu gösteriyordu.
Bahçesine kendi elleriyle diktiği Şam gülü öyle bir açmıştı ki yokluğunda gölgede kalmıştı tüm bahçenin hatta şehrin diğer çiçekleri. Elleriyle,gözleriyle iyi gelmişti dudaklarının rengi pembe güle.
Konuşurdu bazen gülüyle gizlice. İkimiz yabancıyız burada birlik olmalı,birbirimize bağlanmalıyız derdi kopmaz bağlarla. Onu penceremden gizlice izler ve dinlerdim.
Kimse tek başına dönemesin yuvaya öteki de gelemiyorsa o mutlu zamanlara diğeri de kırılsın eğer birimiz solacaksa diyordu.
Onu öyle görünce aklıma gelen şey şu oluyordu. Keşke ona şöyle söyleyebilsem diyordum.
Seninle bir köy evinde olsak, karşımızda yeni doğmakta olan güneşin pembeleştirdiği masmavi gökyüzü uzansa.İlkbaharın izleriyle gülümsese şirin yapılarla dolu vadi. Seninle birlikte göz kamaştırsa.
Rengarenk giyinmiş çobanlar ellerinde kavallarla sürülerini açık havaya çıkartsa,kızlar menekşe ve kardelenleri toplasa.
Tam bir İskandinav mitolojisine ait cennet gibi olmaz mıydı? Hatta sen güzellik ve bereket tanrıçası Freia olurdun hem.
Lacivert suların üstünde masmavi göğün altında kalmış güzel dudaklarına takılır yırtılırdı ruhum. Saadetler vadeden şafağında sabah rüzgarı üzerine geçirdiğin renkli ipek kıyafetinle oynaşırdı.
Güneş gibi sessizce ışıltılar saçan, sadece günahkar gözleri körleştiren ama çevresindeki herkesi bir merhem gibi iyileştiren yüzünde asaletle çocuksuluğu aynı ölçüde yakın bir tebessümünü görmeyi özlemiştim.
Sabah evden ilkbaharın ilk günlerini dünyamıza hem çocuksu hem soylu ruhlara cennetten esintiler getirerek inmesi gibi çıksaydı bana gelirken.
Gözleri geceye eş, saçları ayın yeryüzünde ki gölgesi.
Dağınık saçlarını toplasa önce, az evvel güzeldi ama şimdi daha güzel olurdu. Karanlıkta birer sedef gibi parlayan göğüsleri yepyeni hayatların müjdecisi gibi. Büyülü bir romanda gibi hissettirirdi kendimi. Sanki Fitzgerald bizi yazmış, Woody Allen kadraja almıştı
Rengarenk,ışıltılı eteğiyle rüzgarı süpürüyordu. Tıpkı çocukken bindiğim lunaparktaki balerin gibi.
Ayakları yerden kesiliyor, havalanıyor ve sonunda özgür bir kuş gibi dilediğince uçuyordu.
Bende onun yarattığı fırtına ile oradan oraya sürüklenen yaprak tanesinden farklı olmuyordum.
Onun sokaklarına düşüyordu bedenim. Tüm bu hırpalanmama rağmen onu yanımda istiyordum. Hem onu istememek güneşi,çiçeklerin güzelliğini de istememek gibiydi
O gece rüyama girmişti.
Zarif boynunu yüksek, dantelli bir yaka çevreliyor, siyah kadife elbisesi,altın tokalar ,inciler ve ışıltılı mücevherlerle parlatıyordu. Sabah bulutlarıyla ağaç yapraklarının sakladığı gökyüzü gibi masmavi bir cennetin güzelliği gibi görünüyordu.
İstanbul'un ortasında bir yer vardı. Güzel, büyük ,taze,parlak,altın gibi başakları, meyveleri,şarapları
Tanrısız zamanlarda olmalı, orada doğmuş gibiydi. Altın cazibesinde sayısız hoş ihsanla gülümseyişi bunu gösteriyordu.
Bahçesine kendi elleriyle diktiği Şam gülü öyle bir açmıştı ki yokluğunda gölgede kalmıştı tüm bahçenin hatta şehrin diğer çiçekleri. Elleriyle,gözleriyle iyi gelmişti dudaklarının rengi pembe güle.
Konuşurdu bazen gülüyle gizlice. İkimiz yabancıyız burada birlik olmalı,birbirimize bağlanmalıyız derdi kopmaz bağlarla. Onu penceremden gizlice izler ve dinlerdim.
Kimse tek başına dönemesin yuvaya öteki de gelemiyorsa o mutlu zamanlara diğeri de kırılsın eğer birimiz solacaksa diyordu.
Onu öyle görünce aklıma gelen şey şu oluyordu. Keşke ona şöyle söyleyebilsem diyordum.
Seninle bir köy evinde olsak, karşımızda yeni doğmakta olan güneşin pembeleştirdiği masmavi gökyüzü uzansa.İlkbaharın izleriyle gülümsese şirin yapılarla dolu vadi. Seninle birlikte göz kamaştırsa.
Rengarenk giyinmiş çobanlar ellerinde kavallarla sürülerini açık havaya çıkartsa,kızlar menekşe ve kardelenleri toplasa.
Tam bir İskandinav mitolojisine ait cennet gibi olmaz mıydı? Hatta sen güzellik ve bereket tanrıçası Freia olurdun hem.
Lacivert suların üstünde masmavi göğün altında kalmış güzel dudaklarına takılır yırtılırdı ruhum. Saadetler vadeden şafağında sabah rüzgarı üzerine geçirdiğin renkli ipek kıyafetinle oynaşırdı.
Güneş gibi sessizce ışıltılar saçan, sadece günahkar gözleri körleştiren ama çevresindeki herkesi bir merhem gibi iyileştiren yüzünde asaletle çocuksuluğu aynı ölçüde yakın bir tebessümünü görmeyi özlemiştim.
Sabah evden ilkbaharın ilk günlerini dünyamıza hem çocuksu hem soylu ruhlara cennetten esintiler getirerek inmesi gibi çıksaydı bana gelirken.
Gözleri geceye eş, saçları ayın yeryüzünde ki gölgesi.
Dağınık saçlarını toplasa önce, az evvel güzeldi ama şimdi daha güzel olurdu. Karanlıkta birer sedef gibi parlayan göğüsleri yepyeni hayatların müjdecisi gibi. Büyülü bir romanda gibi hissettirirdi kendimi. Sanki Fitzgerald bizi yazmış, Woody Allen kadraja almıştı
Rengarenk,ışıltılı eteğiyle rüzgarı süpürüyordu. Tıpkı çocukken bindiğim lunaparktaki balerin gibi.
Ayakları yerden kesiliyor, havalanıyor ve sonunda özgür bir kuş gibi dilediğince uçuyordu.
Bende onun yarattığı fırtına ile oradan oraya sürüklenen yaprak tanesinden farklı olmuyordum.
Onun sokaklarına düşüyordu bedenim. Tüm bu hırpalanmama rağmen onu yanımda istiyordum. Hem onu istememek güneşi,çiçeklerin güzelliğini de istememek gibiydi
O gece rüyama girmişti.
Zarif boynunu yüksek, dantelli bir yaka çevreliyor, siyah kadife elbisesi,altın tokalar ,inciler ve ışıltılı mücevherlerle parlatıyordu. Sabah bulutlarıyla ağaç yapraklarının sakladığı gökyüzü gibi masmavi bir cennetin güzelliği gibi görünüyordu.
Comments
Post a Comment